Portekiz dünya futbolunun devlerinden.
Amenna.
Ronaldo son 20 yılın en büyük futbolcusu.
Eyvallah.
Bernardo Silva şampiyonanın en tehlikeli isimlerinden biri.
Tartışmasız.
Bunların hepsi doğru.
Yanlış olan bizim böyle kolay teslim olmamızdı.
Şair “Mesele esir düşmek değil, teslim olmamakta asıl mesele” demişti.
Portekiz’e teslim olduk biz.
Çünkü rakibin oynamasına izin verdik.
Direnmedik, müdahale etmedik, oyun bozmadık.
Alan savunması bahanesiyle resmen seyrettik.
Oysa futbolun kıyısından köşesinden geçen herkes Portekiz’in topla oynamayı, topa hakim olmayı çok sevdiğini ve çok pasla rakibi bıktırıp gole gittiğini bilir.
Ama karşısında topla oynayan, topa hakim olan rakibi hiç sevmediğini de bilir.
Biz ne yazık ki, onların sevmediğini yapmadık.
Portekiz’in topa hakim olmasına, pas yapmasına izin verdik.
Maçın başlama düdüğüyle birlikte oyun üstünlüğünü eline alan
Portekiz özellikle sağ kanattan çok kalemize geldi.
O bölgede özellikle Cancelo ile Bernando Silva savunmamızı çok yıprattı.
Zaten ilk gol de o alandan 26. dakikada Bernando Silva ile geldi.
Herkes “daha erken, toparlanıp saldırırız” diye umut ederken milli takımdaki canlı bomba Samet çıktı sahneye.
Topu kaleci Alpay’a vereceğim diye kalemize gönderdi.
Bu düzeyde bir turnuvada bu kadar basit bir hata nasıl yapılır?
Eğer stoperiniz Samet’se yapar.
Euro 24’ten hemen önce bu sayfalarda şöyle yazmıştım.
“Samet çok çalışkan, çok disiplinli, terini son damlasına akıtan bir karakter.
Ama aynı zamanda bir canlı bomba.
90 dakika hatasız oynar ama bazen bir hata yapar, takımı yakar!”
Dediğimiz çıktı maalesef.
Takımı yaktı.
Kimse kusura bakmasın, Samet bırakın milli takımı, zirveye oynayan hiçbir ekipte forma giyemez.
Fenerbahçe ve Panathinaikos’ta giydirmediler.
İlk yarının istatiklerine bakınca Portekiz’e oynaması için nasıl izin verdiğimiz ortaya çıkıyor.
Adamların topa hakim olma, pas yüzdesi, isabetli pası, tehlikeli pozisyonu neredeyse bizim iki katımız.
Tabeladaki skor da bunun karşılığı zaten.
İkinci yarıya başlarken adeta Portekizler’in bir atasözünü yaşar gibiydik.
“Enquanto há vida, há esperança.”
Türkçesi; Yaşıyorsak umut var demektir.
Doğru.
Ama yaşamak solumak değil, çalışmaktır.
Sadece umutlu olmak yetmez umut edilene kavuşmak için inanmak, ter dökmek, mücadele etmek gerekir.
Kendimize dürüst olalım.
Bizde ne o inanç, ne o mücadele vardı.
İkinci yarıda biraz toparlanmış gibi görünsek de, yine oyunun hakimi, topun sahibi Portekiz’di.
Nitekim, Montella’nın bir türlü çözüm üretemediği sağ kanattan 3.golü yedik
Bu gole iyi bakın.
Ronaldo gibi bir tehlike savunmamızın arkasına sarkmış, onu marke eden tek kişi yok.
Neredesin Samet?
Ronaldo bu hatayı affeder mi?
Etmedi, golü kendi atmak yerine Fernandes’e attırdı:3-0
Montella 3-0’dan sonra Arda’yı oyuna aldı.
Ne yapacaktı Arda, şapkadan tavşan mı çıkaracaktı.
Madem 30 dakika oynayabilecek gücü vardı, o gücü biz yenik duruma düşmeden kullansa daha iyi değil miydi?
“Futbolda kazanan onbir önemli bir sorun yoksa bozulmaz” sözünü unuttu herhalde.
Gürcistan zaferindeki o başarılı onbirde 4 değişiklik yapmanın amacı neydi?
Montella bu maçta sınıfta kaldı.
Denilebilir ki, gündüz oynanan Gürcistan Çekya beraberliği futbolcularımızı rehavete sürükledi.
Geçiniz.
Rehavetin gerekçesi olamaz.
Çekya’ya yenilmeyeceğimizin garantisini verebilecek var mı?
Çarşambanın gelişi perşembeden belli olur derler.
Açık söyleyeyim.
İki gün önce gördüğüm bir fotoğraf karesi sonrası bu maçtan umudumu kesmiştim.
Fotoğraf, Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin mill takımı ziyaretinde çekilmiş.
Büyükekşi futbolcuların başını okşarken oyuncularımız yüzlerindeki ifade herşeyi anlatıyordu adeta.
Siyasete ve reklama alet edildiklerini anlamışlardı sanıyorum.
Gürcistan maçı sonrası soyunma odasına inen bakanlar, cumhurbaşkanını telefonla arayıp futbolcularla konuşturanlar bu maçtan sonra da aynılarını yapacaklar mı?
Kim sanmam.
Zaferin sahibi çok olur ama yenilgiye kimse sahip çıkmaz.